Hz. Ebû Eyyûb, Medînelidir ve Ensâr’dandır. Medîne’de oturan Hazrec kabîlesinin Neccâr oğulları kolundandır. Asıl adı Hâlid’dir.  Babasının adı Zeyd, annesinin adı ise Zehrâ’dır. Künyesi Ebû Eyyûb, nisbesi el-Ensârî, ünvânı da Mihmandâr-ı Nebî’dir. Bizim ülkemizde ve özellikle İstanbul’da, “Eyüp Sultan Hazretleri” diye tanınır.

Ebû Eyyûb, Mus’ab b. Umeyr’in Hz. Peygamber tarafından Medîne’ye muallim olarak gönderilmesinden sonra, eşi Ümmü Eyyûb ile birlikte Müslüman oldu. İslâm’ı kabul ettiğinde 27 yaşındaydı. Mus’ab b. Umeyr ile birlikte son Akabe bîatına katıldı ve Hz. Peygamber efendimizle orada karşılaştı. Son Akabe bîatında bulunan diğer Medîneliler gibi, bîattan hemen sonra, o da Medine’ye döndü ve Hz. Peygamberi beklemeye başladı.

Hz. Peygamber efendimiz, son Akabe bîatından sonra, önce Mekke’deki Müslümanları Medîne’ye yolcu etti; sonra da kendisi hicret etti. Medîneliler, şehirlerini şereflendiren Hz. Peygamber efendimizi misâfir etme konusunda birbirleri ile yarıştılar. Devesinin üzerinde şehre giren Hz. Peygamber, kimin evinin önünden geçtiyse ev sahibi, O’nun önüne geçip: “Buyurun ey Allah’ın elçisi! Bize buyurun! Bizim yerimiz müsâit, gücümüz ve kuvvetimiz yerinde. Bizde kalın, bize misâfir olun!” diyorlardı. Hz. Peygamber efendimiz de, bir tercih yaparak onları gücendirmemek için devesinin çökeceği yere en yakın eve misâfir olacağını söyledi.

Hz. Peygamber efendimiz, kendisini evlerine dâvet eden Medînelilere: “Devenin yolunu açın! O, memûrdur. (Bizi götüreceği yeri bilir.)” dedi. Onlar da devenin yolunu açtılar. Yoluna devam eden deve, Neccâr oğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetim kardeşin arsasına çöktü. Hz. Peygamber, bu ilk çöküşte deveden hemen inmedi. Deve kalktı, biraz daha yürüdü; sonra arkasına baktı, tekrar çöktüğü yere geldi ve yine oraya çöktü. Bu sefer Hz. Peygamber efendimiz, deveden indi ve: “Kardeşlerimizden kimin evi buraya yakın?” diye sordu. Ebû Eyyûb: “Benim evim yakın, yâ Rasûlallah!” dedi ve Hz Peygamber’in eşyasını alıp kendi evine götürdü. Bunun üzerine Hz. Peygamber efendimiz de ona misâfir oldu.

Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin iki katlı bir evi vardı. Hz. Peygamber, kendisine gelecek olan ziyâretçilere de kolaylık olsun diye bu evin alt katına yerleşti. Üst katta da ev sahipleri kaldılar. Ebû Eyyûb, o günlere ait bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Biz, evin üst katında oturuyorduk. Hz. Peygamber de aşağı katta oturuyordu. Bizim bir su kabımız vardı, içi su doluydu. Bir gün devrildi ve içindeki su döküldü. Su aşağı damlayıp Hz. Peygamber Efendimizi rahatsız etmesin diye eşimle birlikte suyu battaniyeye çekip evin zeminini kuruttuk. Hz. Peygamber efendimiz, bizim evimizde kaldığı müddetçe eşim, Hz. Peygamber’e yemek yapardı, ben de yapılan yemeği alır Hz. Peygamber’e götürürdüm. Hz. Peygamber efendimiz, yemeğin hepsini yemez; birazını tabakta bırakırdı. Ondan arta kalan yemeği de teberrüken biz yerdik. Bir gün yine eşim yemek yaptı; ben de götürdüm. Götürdüğüm bu yemekte soğan ve sarmısak vardı. Bir müddet sonra tabağı, bize iâde ettiğinde bir de baktım ki, Hz. Peygamber efendimiz bu yemekten hiç yememiş. Tabağı eve getirdikten sonra korkulu bir şekilde tekrar aşağı indim ve şöyle dedim: “Ey Allah’ın elçisi! Annem, babam sana fedâ olsun, tabağı gönderdiniz; fakat bu tabağa hiç el uzatmamışsınız. Hâlbuki biz, her gün gönderdiğin yemeği, elinin değdiği yerden bereket umarak yiyorduk.” Bunun üzerine Hz. Peygamber efendimiz: “O yemekte soğan ve sarmısak kokusu vardı. Ben, Cebrâil ile görüştüğüm için bu yemekten yiyemem; ama siz yiyebilirsiniz.” dedi. Biz de O’na o yemekten bir daha yapmadık.”

Hz. Peygamber efendimiz, Ebû Eyyûb’un evine yerleştikten sonra devesinin çöktüğü arsaya mescid ve lojman inşaatı başlattı ve yedi ay içerisinde bu inşaatı bitirdi. Mekke’den eşi Sevde annemizi ve kızları Ümmü Gülsüm ile Fâtıma’yı da getirterek Ebû Eyyûb’un evinden ayrılıp kendi evine yerleşti. Hz. Peygamber, Hicretten sonra kendisini misâfir eden ev sahiplerine her vesîle ile duâ eder, onların bolluğa kavuşmalarını, huzur ve âfiyet içinde olmalarını dilerdi. Kendi evine taşındıktan sonra da zaman zaman Ebû Eyyûb’un evine misâfir olurdu.

Hz. Peygamber efendimiz, hicretten sonra, Mekke’den gelen bir muhâcir ile Medine’nin yerlisi olan bir ensârı birbiri ile kardeş yapmıştı. Ebû Eyyûb el-Ensârî’yi de Medîne’yi İslâmlaştıran Mus’ab b. Umeyr ile kardeş yaptı. Yüce Allah, her ikisinden de razı olsun!(âmin!)

Ebû Eyyûb, Hz. Peygamber’den hiç ayrılmadı. O’nunla birlikte Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mekke’nin fethi, Huneyn ve diğer bütün savaşlara katıldı; hiçbir savaştan geri kalmadı. Savaşlarda Hz. Peygamber’e zarar gelmemesi için O’nun yanından ayrılmaz, hatta bazı geceler Hz. Peygamber’in çadırı etrafında nöbet tutardı. Vahiy kâtiplerinden olması sebebiyle, Hz. Peygamber zamanında Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin bir araya getirilmesine hizmet etti. Ashâb-ı kirâm arasında ilmiyle tanındığı için kendisine sorulan dînî konularda pek çok fetvâ verirdi.

Ebû Eyyûb el-Ensârî, çok sâkin ve halîm(yumuşak huylu) biriydi. Ondan, asla kötü bir söz duyulmazdı. Hz. Peygamber’ in sevmediği bir şeyi konuşmaktan ve yapmaktan uzak dururdu. Hz. Peygamber efendimizin vefatıyla diğer sahâbîler gibi o da yetim kaldı. Sahâbîler, Hz. Peygamber’in vefatından sonra birbirlerine sarılarak ve güç meydana getirerek İslâm’ı çok uzak diyarlara taşıdılar. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hz. Peygamber’in vefatından sonra başa geçen Halîfelere sırasıyla bîat etti ve onlara yardımcı oldu. Hiçbir zaman cihaddan geri kalmadı. Kıbrıs seferine bile katıldı. Hz. Ali’nin şehîd edilmesinden sonra da oğlu Hz. Hasan’a bîat etti. Hz. Hasan’ın Hz. Muâviye lehine hilâfetten çekilmesinden sonra da Hz. Muâviye’ye bîat etti.

Bilindiği gibi, Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra cihad hareketleri biraz kesintiye uğramıştı.   Hz. Muâviye’nin hilâfet makamına geçmesi ve İslâm ümmetinin tek merkezden idâre edilmesi ile cihad hareketleri yeniden hız kazandı. Ebû Eyyûb, ilerleyen yaşına ve bitkin düşen bedenine rağmen bu dönemde de cihad hareketlerine katıldı. Aslında onun, bu yaştan sonra istirahat etmesi gerekiyordu.

Ebû Eyyûb, Şam’dan İstanbul’a hareket eden ordunun içinde yer aldı. Müslümanlar, İstanbul’ u kuşattığı bir sırada hastalandı. Ordu komutanı Yezid b. Muâviye gelip kendisini ziyâret etti ve: “Bir ihtiyacın var mı?” diye sordu.  Ebû Eyyûb: “Evet, var. Ben öldüğüm zaman beni yüklen ve düşmanın boş alanında ulaşabildiğin yere kadar ilerle, önün kesildiği yerde beni defnet ve dön!” dedi.  Ebû Eyyûb, şehîd olduktan sonra, arkadaşları onun cenâzesini yüklenip imkân buldukları kadar ilerlediler. İstanbul şehrinin surları dibine kadar götürdü ve oraya defnettiler. Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettikten sonra Akşemseddin, kabrin yerini keşfetmiş; Fâtih de oraya türbe ve câmi yaptırmıştır.

Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda savaşa katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.” (el-Bakara, 2/195) meâlindeki âyette sözü edilen tehlikeyi, savaşa gitmeyip işiyle gücüyle meşgul olmak şeklinde açıklardı. Bu sebepten dolayı ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret ederdi. Katıldığı seferlerin sonuncusunda da, seksen yaşlarında İstanbul surları dibinde şehîd düştü. Bu gün, seksen yaşındaki insanlarımızı bırakalım da gençlerimize bakalım, ne yapıyorlar? Ne ile meşgul oluyorlar? Nice insanımız var ki, sadece kendi işi ile meşgul oluyor; Ümmet-i Muhammed’in derdi ile hiç ilgilenmiyor. Hayatını cihad meydanlarında geçiren Ebû Eyyûb ve onun gibi güzel sahâbîlerden ne zaman ders ve ibret alacağız? Geç kalıyoruz. Evet, gerçekten geç kalıyoruz.

Cihad konusunda çok hassas olan Hz. Ebû Eyyûb, haksızlıklara da hiç tahammül edemez, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Cihad etmek için gittiği Mısır’da vâli olan sahâbî Ukbe b. Âmir’in akşam namazını geç kıldırdığını görünce onu uyardı. Hz. Peygamber efendimizin, akşam namazını geç kıldığının zannedilmesine sebebiyet vererek halka kötü örnek olmamasını söyledi. Namazları müstehap olan vakitlerinde kıldırmayan Medîne vâlisi Mervân b. Hakem’e muhâlefet eder, Hz. Peygamber’e uyduğu takdirde kendisine uyacağını, aksi halde aleyhinde bulunacağını açıkça söylerdi. Bir gün Hz. Ebû Eyyûb’u, Hz. Peygamber’in kabrine başını dayamış olduğu halde ağlarken gören Mervân, bu hareketinin sünnete aykırı olduğunu söyleyince Ebû Eyyûb, “Ben bu mezar taşına değil, Rasûlullah’a geldim. O’nun, “Din işlerini ehliyetli kimseler üstlendiği zaman kaygılanmayın; ancak ehil olmayanlar başa geçince ne kadar ağlasanız yeridir.” dediğini duymuştum, ben, ona ağlıyorum.” diye cevap verdi.(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 422)

Aziz okuyucularım! Bunlar ne kadar güzel insanlar, değil mi? Hem cihad aşkı ile dolu hem de her yerde herkese karşı hakkı haykıran kimseler olarak tarihe geçiyorlar. Peki, biz nasıl geçeceğiz tarihe? Hayatı boyunca cihâdı ağzına almamış, hayatını cihadla süslememiş, haksızlık karşısında susmuş, yanlışlık yapan idârecilerin yanlışlarına göz yummuş, İslâm’a ayna olamamış insanlar olarak geçeceğiz tarihe, değil mi? Evet, öyle. Üstelik biz, bu halimizle de cennete gitmek istiyoruz. Hâlbuki üstad Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Cennet ucuz değil, cehennem hiç lüzumsuz değildir.” Evet, cennete gitmek isteyenler! Çok çalışacaksınız, çok.

Bir Cevap Yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

You may use these HTML tags and attributes: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>

clear formSubmit