Şafak Vakti

Muhammed Baki-Billah hazretleri Buhara’dan Hindistan’a gelince, manevi emanetini vereceği müridini arıyordu. Kendisi o günleri şöyle anlattı:

“Serhend’e geldiğim ilk günlerde mana âleminde son derece kocaman bir aydınlık gördüm. Bu nur sanki yrden göğe kadar uzanıyordu. Doğu ve batı bu ışıkla aydınlanıyordu. İnsanlar ise sıra sıra olmuş, kandillerini onunla yakmaya çalışıyorlardı. Her biri ondan ışık alabiliyordu.”

Muhammed Baki-Billah hazretlerinin halifesi Arifi billah Mir Hüsameddin hazretleri de şöyle dedi:

Mürşidimin naklettiğine göre o, rüyasında Peygamber Efendimizi (s.a.v) görmüştü. Kâinatın efendisi bir minber üzerindeymiş, İmam-ı Rabbani hazretlerini işaret etmekte ve şunu söylemekteymiş:

“Ümmetim arasında onunla iftihar ediyorum. Yüce Allah onu, müceddid olarak yarattı.”

Hem Peygamber Efendimiz (s.a.v) henüz hayatta iken “Sıla” adında ümmetinden birinin geleceğini bildirmişti. Sıla, evliyaya göre de İmam-ı Rabbani hazretlerinin bir sıfatıydı. Sıla zahiri ve batıni ilimleri birbirine bağlayan, insanları İslam’a kenetleyen, Kur’an ve Sünneti ihya eden, şeriat ve tasavvufu yeniden canlandıran ve dirilten âlim kişi demekti.

Hem o gün, insanlar bir kurtarıcı bekliyordu.

Nasıl beklemesinler?

Nasıl medet ummasınlar?

Hindistan ülkesi bütünüyle kültür istilasına maruz kalmıştı. İdarecilerin, meliklerin zenginlerin eğlence ve israf günleri bitmek tükenmek nedir bilmiyordu. Ama insanlar zulüm altında eziliyordu. İnsanlar Allah’tan gafildi. Din sapıkların elinde oyuncak gibiydi. Hak ve hukuk yoktu. Babürlü hükümdarı ise Celâlettin Muhammed Ekber Şah idi. Hükümdar olduğu dönemde (1556-1605) insanlara şöyle diyordu:

“Artık İslam, bu millete uygun değildir. Yenilenmesi gerek.”

Bu yüzden Hükümdar Celâlettin Muhammed Ekber Şah; Fethullah-ı Şirazi, Hâkim Ali Geylani, Molla Ahmed, Hâce Nizameddin, Şeyh Feyzi, Ebü’l Fazl’ı Allami gibi devrin büyük âlimlerini sarayında himaye etti. Bu kişiler zamanla insanları etkiledi. Böylelikle insanlar, onun görüşlerini savunmaya başladı. Ve sırayla,

Peygamberini sevdiği için çocuklarına Ahmed ve Muhammed isimlerini veren kişiler horlandı. Bu isimler bedevi isimler olarak halka yansıtıldı.

Âlimler kitaplarını yazarken, eserlerinin baş tarafına “Bismillahirrahmanirrahim” diye başlayamadı ve eserinin sonunu “Allah’a hamdolsun” diye bitiremediler.

Ruh ile ilgili konular çok tartışılıyordu. Ruhların bedenlere geçmesinden oldukça sık bahsediliyordu. Çünkü bu konu Hindistan’da yaygın olan Budizm’de de yer alıyordu. Böylelikle Budizm’e yakınlık oluşturuluyordu.

Ölüm ve ölüm ötesi dünya, mantık dışı bulunuyordu. Cennet ve Cehennem konuları itici görülüyordu. İnsanlara vahiy ile ilgili bilgiler, tutarsız deniliyordu. Böylelikle Kuran’ın vahiy mahsulü olduğu bertaraf edilmeye çalışılıyordu.

Peygamber Efendimiz ’in (s.a.v) hadisleri ve sünnetleri kabul edilmiyor, çoğu zayıf olarak görülüyordu ve pek çoğu da reddediliyordu. Böylelikle halk, Peygamber sevgisinden uzaklaştırılıyordu.

Devrin hükümdarı Celâlettin Muhammed Ekber Şah’ın sarayında hiç namaz kılan olmuyordu. Hatta Ebü’l Fazl adında sözde âlim biri, namaz, oruç, haç gibi İslam’ın temel esaslarıyla alay edebiliyordu.

Şairler, yazarlar, meddahların gündem konuları din ve dindarlarla alay etmekti. Bu yüzden hükümdar tarafından çok seviliyorlardı. Hatta destek bile buluyorlardı.

Hükümdar Celâlettin Muhammed Ekber Şah zamanında nasıl olduysa bir anlayış (mezhep) meydana geldi. Ona sonradan Bahailik denildi. Bu mezhep şöyle iddia ediyordu:

“İslami emirler geleli 1000 yıl olmuştur. Artık günümüze cevap veremez. Bu sebeple, dini yeniden yapılandırmalıyız.”

Tüm bunları yaparken Bahailer, asla yeni bir din kuruyoruz demiyorlardı. Zira başlangıçta, insanların İslam dini hakkındaki hassasiyetlerini çok iyi biliyorlardı.

Bu durum, zamanla halka bir ihtiyaç olarak gösterildi. Ama asıl maksat, İslam ile Hinduizm’i birleştirmekti. Hatta dalkavuk Hindular kendi dindaşlarına, yakında öküz ve ineklere hizmet edecek bir hükümdarın geleceğini söyleyerek hükümdara yakınlaşıyorlardı.

Öte yandan, sözde İslam âlimleri yakında Mehdi aleyhi selamın çıkacağını söylüyorlardı. Çok geçmeden Tacül-arifin (dinin tacı)

Adında birini de ortaya sürmüşlerdi. Böylelikle gerçek velileri, mürşid-i kâmilleri ve tasavvufi hakikatleri insanların gözünden düşürmeyi hedefliyorlardı.

Bütün bunlar zamanla öyle bir hale geldi ki, halk artık şöyle demeye başladı: “Evrensel bir takım gerçekler vardır. Bunlar sadece İslam’da yer almıyor. Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm’de bulunan bütün doğrular, tek doğruda birleştirilmelidir. Böylece dinler arası diyalog olur. Çeşitli milletler arasındaki ihtilaflar da sona erer.”

Ve… Sözler açıkça dile getirilmeye başlandı. Böylesi bir birleştirilmenin ancak “tanrısal din” (din-i ilahi) adında olabileceği iddia edildi. O zaman tarihler 990 (1582) yılını gösteriyordu.

Hatta Müslüman olmanın esası kabul edilen “La ilahe illallah Muhammedun Resulullah” ( Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed’de onun elçisidir) ifadesi de şöyle değiştirilmişti: “La ilahe illallah Ekber halifetullah” (Allah’tan başka ilah yoktur. Ekber onun vekilidir).

İşte bu sözü, yeni dinin kelime-i şehadeti olarak halka öğretmeye başladılar.

Tanrısal dine bağlananlara, hükümdarın resmi ve heykelleri verilirdi. Halk her gün onun huzuruna çıkmak için, resim ve heykeller önünde secdeye kapanırlardı.

Hükümdarın huzuruna çıkabilme şerefine (!) erenler, secdelere kapanırlardı. Âlim, cahil, derviş, idareci herkes için açıkça şirk olan bu davranışlar, selam ve saygı adıyla normal görülüyordu.

Bu din, her dinden alına bilecek yeniliklere açıktı. Ama İslam dininden getirilecek bütün görüşlere kapalıydı.

Hükümdarın köşkünde meşaleler yakılmaya başlanmıştı; ateşler yakılırken ayağa kalkılıyordu Mecusilere özenilerek, çanlar çalınıyordu Hristiyanlığa yakınlaşmak için!…

Hükümdarlık sarayında bulunanlar, her gün bin defa güneşin adını anarlardı.

Müslüman din âlimleri, bu tür faaliyetleri haram sayıp İslam’ı ayakta tutmaya kalkışırlarsa onlar, halka geri kalmış hocalar, mollalar gözüyle önemsiz ve ahmak kişiler olarak takdim edilirdi. Böylelikle halk, Müslüman din adamlarından soğutulurdu.

Öyle ki sözde müftüler, hocalar, hâkimler pek çok haramı helal hale getirdiler. Ölüleri gömmek yerine yakmak veya denize atmak yaygınlaştırıldı. İslami ilimleri öğrenmek ve öğretmek ayıp sayıldı. Bunlarla uğraşan kişiler aşağılandı.

Ülkenin resmi dilini Hintçe olmasına karar verildi. Arapça kelimelerin kullanımı yasaklandı. İslam âlimleri göçe zorlandı. Çünkü din eğitimi veren kurumlara öğrenciler gönderilmedi.

Sırf İslam’a düşmanlık olsun diye domuz eti kutsal edildi.

Hindistan’a dışarıdan farklı kültürleri taşıyan kişilerin girmesine kolaylık sağlandı. Özellikle Horasan ve İran taraflarından itikadı bozuk kişilere, Hindistan’da oturma izni verildi.

Böylece Hindistan’da bambaşka bir kültür meydana geldi. Ne İslam ne Hristiyan ne Yahudi ne Budizm ne Hinduizm idi bu…

Nihayet halk arasında hurafeler yayıldı. Uydurma adetler çoğaldı. Önüne gelen din adına konuşuyordu. Halktan para koparıyor ve geçimini sağlıyordu.

Çünkü uygulamada din diye bir şey yoktu. Ekber Şah’ın 3 Cemaziyelevvel 1014 (16 Ekim 1605) tarihinde ölümüne kadar…

O zaman bu bölgede, özellikle İslam’ı tam anlamıyla yaşayan ve yaşatan insanlarda çok azdı. İnsanlar ise maneviyat aleminde bir güneşin doğuşunu bekliyorlardı.

Bir Cevap Yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

You may use these HTML tags and attributes: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>

clear formSubmit